Kimya’nın ve Kimyacının Tarihi-1

Kimya’nın ve Kimyacının Tarihi-1

16.10.20
16
VURAL MERT  GÜNGÖR
VURAL MERT GÜNGÖR
Tüm Yazılar

Kimya’nın ve Kimyacının Tarihi-1

 

 “Kimya’nın Bilim olma serüveni 


“Bir bilimin tarihi, insan düşünce tarihinin de bir cephesidir ve onun oluşumu ve gelişimi bağlamında Kimya tarihi kadar; dikkate değer ve öğretici yönü zengin olanı yoktur.” -Justus von Liebig 



Kimya, bilim olmadan önce bir düşünce sistemi ve onun çeşitli uygulamaları olarak bilinmekteydi. İsim  kökenine indiğimizde ise eski Mısır dilinden gelen “Khema”(kara toprak) kelimesinden Arap diline ve oradan  diğer dillere geçtiği düşünülmektedir. Bu dillerdeki karşılıklarına bakacak olursak; 

Al-kimya (Ar.),  Alchemie (Alm.), Alchemistry (İng.) en bilinenleri olmakla beraber "Al-kimya" kelimesinin günümüzdeki karşılığı bir “bilim” olmaktan çok, deney sanatının gizli yani bilinmeyen yönlerini araştıran, İslamiyet’in başlangıcından sonra, İslam toplumlarında; “İnsan-din ve felsefe ilişkilerin kurulduğu bir düşünce ve deney sistemi” şeklinde  bir anlam kazanmaktadır. En bilindik tabiriyle; Al- Kimya ; “’Kimya bilim olmadan önce” günümüz Türkçesine geçen haliyle ‘Simya’ olarak adlandırılmıştır.

Eski çağlardan beri özellikle Mısır ve Asya uygarlıklarında çeşitli maddelerin birbirine karıştırılmak suretiyle veya besin gıdalarında kullanılmak yoluyla bir nevi “deneycilik" yapıldığı herkesin malumudur. Bununla beraber “Simyanın Kimya oluşu” sürecinde Müslüman simyacıların icat ettikleri aletler ve keşfettikleri yeni tür kimyasal bileşikler önemli bir rol oynamıştır

”Ora,lege,lege,lege,relege,et Labora !” yani “Dua et,oku,oku,oku,tekrar oku ve çalış” fikriyle hareket eden bu insanların temelde iki amacı olmuştur: 


1.)  Ölümsüzlük iksiri bulmak

2.)  Değersiz metalleri altına çevirmek 


Batı dünyasında “ölümsüzlük”; “Doğuda ise daha çok metalleri altına çevirmek” amaçlanmıştır. Bu arayış (opus magnum) içindeki  “Simyacılar” ; Felsefe taşı adını verdikleri (Lapis Philosophorum)’u elde etmek istemiş bunun için çeşitli kimyasalları karıştırmış; yakmış ve tadına bakma gibi çeşitli işlemler uygulamıştır ve çoğu zaman farkında olmadan yeni bir bileşiği veya elementi keşfetmişlerdir. Bununla beraber büyük hatalar da yapmışlardır, düştükleri yanılgılara  örnek verecek olursak: ateş, hava su gibi çevremizde gördüğümüz ve çoğu bileşik ya da karışım olan maddeleri element olarak tanımlamaları ; bunları insanın doğası ve karakteriyle bağdaştırarak, mesela "iyi huylu insanları ay gibi saf, temiz şeklinde düşünüp o insanlarda Ay’a ait mistik bir özelliğin bulunduğuna inanmaları gibi..."yanlış fikirlere sahip oldular.

Yukarıda bahsettiğimiz konu üzerine çalışan, “Kimyanın gerçek anlamda bilim olma serüveni” içinde, yaşanmış olan ve "1001 İcat: Dünyamızda İslam Mirası" isimli kitapta geçen Müslüman simyacıların katkılarından bahsetmeden devam etmemiz mümkün değildir.Cabir bin Hayyan (8.yy) :

Sülfürik asit(H2SO4) ,Nitrik asit (Aqua Fortis)(HNO3) , Hidroklorik asit (HCl) bileşiklerinin keşfini yapmıştır ,3:1 birim karışma oranıyla HCl-HNO3’ ten “Kral suyu” adı verilen Altın ve Platin’i çözebilen ender reaktiflerden birisini elde etmiş"...süblimleştirme, sıvılaştırma ,kristalleştirme gibi birçok yöntemi icat etmiştir. Yazdığı Kitab al-Kimya adlı eseri ve keşfettiği aletlerle deney yapan ilk simyacı olduğu için bilinen ilk “deneysel kimya alimi” olarak kabul edilir. Cabir bin Hayyan’ın icat ettiği aletlere "İmbik" ve "hassas kantar" (tartı aleti) örnek verilebilir.  


                                                                                  

Razi (9.yy)

Muhammed bin Zekeriya Razi, yazdığı "Sırrü'ül Esrar (Sırların sırrı) adlı eseri ve ilk modern laboratuvarı kullanarak modern kimyanın temellerinin atılmasını sağlamıştır. Pota, beher ve çeşitli fırınlar bizzat Razi’nin tasarladığı ve günümüz dünyasında hala kullanılan aletlerdir.

 Kindi (9.yy:

İlaç kimyası ve "ilaçların bileşen örneklerinden yola çıkarak , matematiksel yolla nasıl  var olabileceğinin gösterilmesi" gibi konularda çalışmış olan Kindi asırlar öncesinden günümüz bilimine katkı sağlamıştır.

 Yukarıda isimleri zikredilen bir çok bilgin yazdıkları eserler ve yaptıkları keşiflerle insanlığın gelişmesine katkı sunmuş ve asırlarca kitapları Avrupa ve Asya’da okutulmuştur .Bu alimlerin bir çoğu İslam felsefesinden eczacılığa ; Astronomi (gök bilimi) ‘den tasavvufa kadar bir çok alanda eserler vermiş, verdikleri bu eserler sadece kendilerini değil yaşadıkları toplumu da diğer toplumlar arasında yüceltmiş ve tüm insanlık adına yaptıkları bu çalışmalar günümüz biliminin gelişmesinde hayati bir rol oynamıştır.

***

İslam Altın çağını yaşadığı sırada Avrupa da karanlık bir dönem hakimdi, papaların ve kilise yandaşlarının yaptığı propaganda neticesinde akıl-dışı her türlü şey dinsel bir unsur olarak gösterilmekte ve insanlar sefalet içinde, temizlik ve sağlık kurallarından bihaber biçimde yaşamaktaydılar. Simyacılar bu dönemde sihirbaz  olarak görülmekte ve simya adı altında yapılan her şeyin dine, imana bir küfür olarak gösterilmesine neden olmaktaydı.

Bu dönemin Avrupalı simyacısı “Nicholas Flamel”14.yy da yaşamış ve Müslüman alimlerin yazdığı eserleri okuduğu varsayılan, popüler kültürde yer alan bir bilgindir. Felsefe taşı’nı keşfettiği ve bazı kişiler tarafından hala ölümsüz olduğuna inanılan bu zatın günümüzde özellikle Fransa’da epey bir takipçisi ve hayranı  mevcuttur. Gerçek manada “Simya veya  Kimya’ya ne kattığı muamma olmakla beraber film endüstrisinde tanıtılmaya başlamasından itibaren meşhur olmuş ve “Felsefe taşını “bulan simyacı olarak lanse edilmeye başlamıştır.


                                                 

                                                   (N.Flamel gösterimi-  “Fantastik Canavarlar: Grindelwald'ın Suçları” adlı filmden)


Avrupa, bu karanlık dönemlerin ardından, İslam bilginlerinin kitaplarını Latinceye çevirerek ve  İslam coğrafyasına öğrenci göndererek  eğitim aldırdıktan sonra ülkelerine geri dönen bilginlerinden, aldıkları bilgileri kullandılar ve yeni teoriler ortaya attılar. 15.-16. yy’ a geldiğimizde artık Avrupa’da birçok halk ,kilisenin kendilerine yalan söylediğini anlamaya başladı ve reform hareketleri meydana geldi. Ardından yaklaşık 200-300 yıllık süreç içinde bilimde özgürlük ,üniversitelerde ve din kurumlarında reform, akılcılığın ön plana çıkarılması gibi düşünceler ağırlık kazandı ve günümüzün üniversitelerinin ilk örnekleri Endülüs’ten aktarılan kaynak ve birikimlerle Avrupa’nın kalbine İtalya’ya ve oradan da İngiltere’ye taşındı. Bilimde serbestlik hareketleri sonucu  fikir edinme ve fikrini akademik camiada özgürce dile getirmek serbestleşmiş olsa da çoğu kimse “Simya “ ile uğraşmayı bir sapkınlık olarak görmeye devam ediyordu.17.yy’ın  ortalarında İngiltere’de dünyaya gelen bir dahi, Isaac Newton, yaşamının erken dönemlerinde Felsefe ve Uygulamalı matematik çalışmaları yapmaya başlamıştır. Newton ; Mekanik, gök cisimlerinin hareketi, Optik ve birçok çalışmalarda bulunurken ancak vefat ettiği sırada ortaya çıkan el yazmalarından anlaşıldığı üzere ömrünün en büyük gayesi olarak gördüğü “simya çalışmalarında” bulunmuştur. “Felsefe taşı”nın onun da düşlerini süsleyen en büyük armağan olacağı su götürmez bir gerçektir .

Vefat etmeden iki gün önce çalışmalarının çoğunu yakan Isaac Newton , Simya ile ilgili çalışmalarını yaşadığı müddetçe hiçbir zaman yayınlamamıştır. Newton’un hayatını araştıran araştırmacılar hayatta en değer verdiği şeylerden birinin ciddiye alınmak olduğu kanaatine ulaşmıştır, bu durumda  Newton’un, “Delilik” olarak görülen Simya ile ilgili yazılarını yayınlaması elbette beklenemezdi. Simya çalışmalarının sağlığına  etkisinin olup olmadığı tam bilinmese de ölümünden sonra saçından alınan örnekler incelendiğinde yoğun bir cıva olduğu ortaya çıktı Buradan anlaşılıyor ki o dönemde henüz zararları bilinmeyen bu maddeler tadılarak kontrol ediliyordu !

Newton’a derin saygı besleyen Avrupalı bilginler ,o öldükten sonra uzunca bir süre simya ve ilahiyat hakkındaki yazdıklarını yayınlamamıştır.

 18. ve 19.yy’lar ise Simyanın yeniden “bilim” olmaya başladığı ve “Kimya” adını aldığı bir dönemdir. Bu dönemde bileşik, element kavramları tam olarak yapılmış, Kimyasal elementlerin nasıl tasnif edilmesi gerektiği, Atom bilgisi ve gaz yasaları keşfedilmeye başlanmıştır.



 Bilimsel başlangıç



Yapay ya da doğal işlemlerle hiçbir şey yaratılamaz ve her işlemde işlemin öncesi ve sonrasında eşit miktarda maddenin mevcut bulunduğu, esasların niteliği ve niceliğinin aynı kaldığı, sadece değişim ve değişkenlerin meydana geldiği bir aksiyom olarak alınabilir” -Antoine-Laurent de Lavoiser



Modern anlamda ilk element tanımı yapan Robert Boyle, yazdığı meşhur “The Sceptical Chymist (Kuşkucu Kimyager) “ adlı eserinde “Kimya’yı bir gözlem ve deney yapabilme kabiliyeti olarak tanımlamış bununla beraber kendinden 800 yıl önce, ”Altın Çağ” da yazılan eserleri dikkatlice okuyarak onların üstüne yeni düşünce ve fikirler geliştirmiştir. Bu sayede “Altın devir” bir medeniyetten başka bir medeniyete geçmiş, Avrupa zenginleşmeye başlamış, Endüstri ve Kimya devrimi sonucu buharlı lokomotiflerin boyasından ,eczacılığa kadar bir çok alanda hüküm süren Kimya bilimi , hayatımızın her alanında karşımıza çıkmaya başlamıştır; özetleyecek olursak Kimya yaşamın bir parçası, Yaşamda kimyanın bir parçası haline gelmiştir. 

Atom ve moleküllerin özelliklerinin anlaşılmadan , hiçbir kimyasal durum ve olayın tam olarak anlaşılamayacağı fikri eski devirlerden günümüze insanların mantıkları gereği ulaştıkları sonucun parçası olarak , nesilden nesile aktarılagelmiştir. M.Ö 400'lü yıllarda “atomos (atom)” diye bir şeyin tanımını yapmaya çalışan Demokritos ,günümüzde yanlış bir tanım olsa da atomun varlığına yönelik bilinen ilk ispatı yapmıştır. Gayet basit bir mantıkla düşünelim ,elimizde bir ahşap parçası olsun onu sürekli ikiye bölelim ardından tekrar tekrar ve tekrar bölmeye devam edelim elimizde  kalan ve bölünemeyen yegane yapı atomdur şeklinde hikaye edilen bu anlatım atomun varlığının yaklaşık 2400 yıldır bilindiğinin göstergesidir. Fakat günümüzde atomun parçalanabileceğini biliyoruz. Atom hakkında modern çalışmalar diğer kuramlara nazaran geç başlamıştır. Dalton adlı biliminsanı atomun içi dolu ve parçalanamaz bir şey olduğunu savunmuştur. Dalton’un bu görüşü yanlıştır fakat yine kendisinin ileri sürdüğü elementlerin  belli bir oranların katına göre birleştiğinde  bileşikleri oluşturduğu varsayımı günümüzde hala geçerliliğini korumaktadır. Bununla beraber Lavoiser,BoyleAmontos gibi biliminsanlarının çalışmaları sonucu atom ve çeşitli hallerdeki (Katı,sıvı,gaz) maddelerin davranışını, Basınç ve Sıcaklıkla nasıl ilişkili olduğunu anlamış bulunuyoruz. 

Tarihsel bir sıralama yapacak olursak:

***


Priestley 1773’te oksijen gazını keşfetmiştir..

Lavoiser terazi kullanarak havanın oksijenle azot karışımı olduğunu tespit etmiştir.

1799 yılında Joseph Proust , sabit oranlar yasasını bulmuştur.

1804 yılında John Dalton ise katlı oranlar kanunu oluşturmuştur.

Mendeleyev ve L.Meyer elementleri sınıflandırmaya başlamıştır


***


Kimyacıların büyük hayranlık beslediği ve kullanım bakımından belki de en pratik olarak  kullandıkları araçları “Periyodik Cetvel”dir. Fen öğretimiyle beraber hayatımıza giren ve çarpım tablosunda olduğu gibi ezberi dikte edilen (ne üzücü ki)  Periyodik cetvel aslında kendi içinde bir uyumu ve güzelliği barındırır...

Benzer özellikleri olan elementler aynı sütun (grup) ‘a yerleştirilmiştir. Bu durumun en büyük yararı ileride keşfedilecek bir element olması durumunda hangi türlere benzediğini veya benzemediğini kolayca anlayabilmemizi sağlamasıdır. Mendeleyev ve L.Meyer birbirinden bağımsız olarak, periyodik tablo adını verdiğimiz 'elementlerin sistematik düzenlenmesi'de denilebilecek bir çeşit tablo geliştirmeleri 20.yy kimyası için yeni keşiflere rehber olmuştur.

Yazıma burada son verirken çeşitli periyodik cetvel örneklerini; beğeninize bırakıyorum, bir başka yazında buluşmak dileğiyle…

Sağlıcakla kalın…


****************


V.Mert Güngör





***


Kaynakça